erg

‘misafir rüyalar’

yunanistandan italyaya yurumek

14 Nisan 2010

Ev arkadaşım Nicole ile sabah koridorda karşılaşıyoruz. Sabahın erken saatlerinde kalkmışız, bir işimiz var ama bilmiyoruz ne olduğunu. Diyorum ki önce Yunanistan. Tamam diyor, sırt çantalarımız var ama aslında benim sırt çantam yok, sevmem, sırtım ağrır diye düşünüyorum. Sırtım ağrımıyor. Nicole yeni güneş gözlükleriyle, benimkiler eski. Onun gözlüğü mor, keşke diyorum ben görseydim önce mağazada, aynısını da almak olmaz. Yürüyoruz İsveç’ten Yunanistan’a doğru İsveç’te kar kalmamış, nasıl da sıcak! Bir saate Yunanistan’dayız. Yunanistan Bodrum gibi diye düşünüyorum, hep deniz kenarından yürüdük. Asıl diyorum İtalya’ya gidecektik, sırt çantam kocaman bir valize dönüşmüş içinde renk renk bikiniler barındırırken. Kalalım, diyor Nicolina. Tamam diyorum, akşam entel bir amcayla tanışıyoruz. Orhan Hocayı aratmıyor, bize filmlerden, bohem yaşamdan bahsediyor, tiril tiril beyaz gömleği ve uzun seyrek beyaz saçlarıyla. Uyuduk uyandık mı bilemem ama yine yoldayız, yol sanki Ayvalık-Edremit arası gibi zeytin ağaçları, cırcır böcekleri, üstündeki buharlar görünen asfalt, yol kenarlarında otostopçular bize laf atıyorlar. İtalya iyi değil, Yunanistan’da kalın diye. Bir kadın beliriyor yanımızda, Nicole Sibel’e dönüşüyor. Kadın diyor dostluğun kıymetini bilin, biliyoruz diyoruz. İtalya sadece bir odaymış. İçinde büyük bir bebek var, Sindy bebek taklidi, baya büyük. İtalyanca konuşan bir adam Boungiorno diyor, sevmedim diyorum dönelim. Sibel Nicole olmuş yine. Dönüyoruz. Bebek ve adam bizi takip ediyor, adamın kucağında bebek. Dönüş yolunda Türklerle karşılaşıyoruz, Nicole şaşkın nasıl bir ırksınız diyor, her yerdesiniz. Konuşuyoruz, Boğaziçinden mühendislik okuyan, kareli gömlekli, gömlek içi beyaz ya da siyah t-shirtlü tipler. “Classic” diyorum Nicole’e. Hepsi böyle mi diyor, hayır diyorum. Adam hala peşimizde. Entel adam gibi değil, İtalyan mafyası kılığında. Yanımızda belirip kaybolan kıvırcık saçlı kadın beliriveriyor yine, güvenilir bir tip değil diyor. Konuşmayın o adamla. Korkuyorum. Nicole’ü de korkutuyorum, koş diyorum. Koşuyoruz. O dinginlik, o tatlı yol; kararıyor.

ahu dal

gizem, ru(s)yada dedektif olunca

14 Nisan 2010

Bir sonbahar sabahı çalan telefonla uyanıyorum. Telefonun ucundaki tanıdık ses acil ofise gelmem gerektiğini söylüyor. Giyiniyorum hızla esneye esneye. Rüya bu ya; özel dedektif mesleğinin gerektirdiği şekilde başlıyorum güne. Ofise vardığımda 3 yakın arkadaşımı da bellerinde rozetleri ciddi bir ifadeyle beni beklerken buluyorum. Konuşuyoruz…
İngiltere’de yaşayan zengin bir Rus ailenin daha yeni doğan bebekleri kaçırılmış. İzini sürüp bir an önce zaman kaybetmeden bulmak gerek. Öncelikle ailenin yaşadığı köşke gidiyoruz. Baba sinirli, Rusça birşeyler söylüyor. Ortağım olan arkadaşlarımdan biri Rusça teselli ederek bir yandan da ayaküstü sorguluyor. Ne dediklerini anlamıyorum…
Diğer arkadaşım etrafı inceleyip çalışan sayısını öğrenmeye çalışırken ben de oturmuş çaresizce ağlayan anneye bakıyorum. Hıçkırıkları o kadar derinden geliyor ki, omuzları yüzünü kapatarak ağlarken yukarı inip çıkıyor. Boğazım düğümleniyor. Saydırıyorum belli etmeden. Derken 3. ortağım arabayı getiriyor. Zaman artık araştırmaya başlama zamanı… İki yanı sıra sıra yüksek ince uzun ağaçlarla kaplı daracık bir yoldan gidiyoruz. Şehirde ne kadar eski püskü rezil evlerle dolu sapa sokaklar varsa oralara dalıyoruz. İpuçları peşinde koşturuyoruz bütün gün içerisinde. Sorguladığımız insanlar genelde eve en son girip çıkan, sürekli çalışan, ailenin düşmanları olduğundan şüphelendikleri arkadaşları. Gün sonuna doğru toplanan ipuçları sonucunda evin güvenliğinden sorumlu görevlilerden birinin bebeği kaçırdığını buluyoruz. Ekiplere haber vererek yakaladığımız iri yarı adam bize bebeğin yerini söylüyor. Kucağımda küçücük mis kokulu bebekle içi içini yiyen aileye topluca geri dönüyoruz. Herşey bıraktığımız gibi aynı… Baba şömineye yaslanmış elinde sigarası ve içkisi sinirli sinirli Rusça birşeyler söylerken, anne yine koltukta oturmuş aynı şekilde ağlıyor. Rusça bilen arkadaşım “geldik” dediği anda bakıyorlar şaşkınlıkla. Bebeği anneye verirken gözleri dolu dolu bakıyor bir bana bir kızına. Onların mutluluğu bizim mutluluğumuz oluyor.
Herkeste bir gurur, bir mutluluk, bir duygusallık. Başarmanın vermiş olduğu tüm duygular üzerimizde çıkıyoruz evden… Başta da dediğim gibi; rüya bu ya, özel dedektif de olmak varmış sonunda…

gizem çizer

acunla ada

14 Nisan 2010

liseye gidiyodum. ama öğlen arası herkes çıkıyo bi yere, onların peşinden gidicem diye çıkıyorum ben de bisikletimle. lise de adadaymış. sonra adada bi güzel bisikletle gezmeye başlıyorum. acun’un yanından geçtiğimi fark edip duruyorum, yanına gidiyorum “aa abi sen acunsun” diyip yanına oturuyorum. bi tv programı fikrim var onu nası yaparız diye onla konuşuyorum. ama o da insanlardan sıkılmış belli, öyle bi hali var. o yüzden fazla sıkmak istemiyorum, “ya elifçim tamam hallederiz sen bana bırak o işleri” diyo. sonra bi kedi geliyo bi de yaşlı teyze, kediye yemek veriyoruz filan. sonra da ben geç kaldığım için bisiklete binip gidiyorum. ama acunun telefon numarasını almayı unutuyorum.

elif ece sezgin

bu rüyada herkes kendinden bir şey bulamayacak

04 Nisan 2010

Rüya, sonsuza gibi giden bir nehrin kenarında duracell pil atarak tavuk besleyen bir adamın sezen aksu’dan “namus” şarkısını söyleyerek açılıyor. O sırada yanımda Onur’un durduğu fark ediyorum. Bana dönüp gülerek “Bir penceresi Beyoğlu’na, diğeri Kadıköy’e bakan bir ev var, tutmalıyız” diyor. O sırada pille tavuk besleyen adam bize doğru bakıp el sallıyor. Bir anda uzay değiştiriyoruz ama yanımda hala Onur var. Bu kez benim odamdayız. Onur facebookun başında, ben de kitap okuyorum. Odaya birden Geniş Aile’deki Cevahir giriyor. Elinde kazı kazan kartları var, hatırlayamadığım bir sürü şey söyleyip, bize birkaç tane kart verip odadan çıkıyor. Onur çok seviniyor, sürekli gülüyor. Ben kitabıma geri dönüyorum. Derken odanın bir ucunda, elinde kemanıyla Yağmur’u fark ediyorum. “Sen keman çalabiliyor muydun, neden söylemedin?” diye soruyorum. Sadece gülümsüyor ve sonra kemanla güya Yıldız Tilbe’nin bir şarkısını çalmaya başlıyor. Sonrası, yok.

emre varışlı

pir-pir-pir

03 Nisan 2010

uzun süre önce hatta belki bir kaç sene önce oluyor… bir alışveriş merkezindeyim… kapanmış her yer ve benim yanımda gayet şeker bir kız çocuğu… birilerinden kaçıyoruz karanlık adamlardan onlarda takım elbiseleri ve gözlükleriyle… ilk başlarda her şey güzel, bir şeyler deniyoruz üzerimize, ayakkabılar, elbiseler, çantalar, küçük ama büyük gibi, arkadaşım gibi aynı zamanda yanımdakı kız çocuğu… beyaz bir elbise alıyoruz ona… elbiseyi giydiriyorum üzerine ve adamlar beliriyor etrafımızda, uçabiliyor küçük kız, uçarak kaçabilirsin diyor bana. koşuyorum ben, hiç yapamadığım gibi aslında rüyalarda ağırlaşıyor adımlarım, sesim çıkmıyor, ben koşmaya çabalıyorum, bir anda nasıl olduğunu bilmeden çıkış merdivenlerine gidiyoruz çok fazla merdiven var bakıyoruz ve kaçıncı katta oldugumuzu kestiremiyoruz. bu sefer ben ona uçabiliriz diyorum. korkuyor sanki bu sefer, hiç uçmamış gibi davranıyor… ardından uzun uzun merdivenleri koşarak değil uçarak iniyoruz… havada süzülmeden zıplıyoruz sanki… elinden tutuyorum ve merdivenlerin başından sonuna doğru zıplıyoruz… ardından direkt uçmaya başlıyoruz merdivenlerin uzun borularında döne döne uçuyoruz… ve yine alışveriş merkezine gidiyoruz, adamlar halen peşimizde, o çok rahat korkmamam gerektiğinden bahsediyor, rüya bu istediğimizi yapabiliriz diyor. “uçalım” diyordum, “uçmayı sevdim”, “hadi uçalım.” “tamam anne” diyor bu sefer. o sırada benim kızım olduğunu anlıyorum… kız birden küçüklüğüme çok benziyor ve biz uçmaya başlıyoruz. bir anda yine yangın merdivenlerinin oraya gidiyoruz. ve uçarak kaçıyoruz. peşimizden gelmiyorlar ve biz son merdivenleri atladığımızda uyanıyorum…

demet açıkgöz